12 Aralık 2012 Çarşamba

Enerji I - Giriş

Herkese Melburnu'ndan selamlar,

Ahanda Melburnu

Uzun zamandır yazmaya fırsat bulamadım ve ayrıca itiraf etmeliyim ki biraz da beklediğim tepkiyi alamadığım için şevkim kırılmıştı (3 yazıyla Beyaz Show'a çıkarım diye düşünüyordum herhalde). Neyse geri döndüm ve enerji yazısına başlıyorum. Bu yazı dizisinde bütün gerçekleri ayaklar altına sereceğim, enerji ile bildiğinizi sandığınız her şeyi sorgulayacağım, mühendisin gözünden enerjiyi halka açacağım (gerçi fark ettim ki halktan ziyade mühendi§ dostlar okuyor yazıları ama olsun).

Bu yazı dizisini, değerli hocam Serhat Yeşilyurt'un dersinden esinlenerek yazdığımı belirtmek isterim, saygılarımı sunarım. Ayrıca, Beşiktaş sahilde Irmak'la beraber kavga ettiğimiz GreenPeace yanlısı arkadaşın da katkısı büyükDür, ona da saygılar. 

Giriş bölümünde; size, bu yazı dizisinde işinize yarayacağını düşündüğüm birkaç rakamdan bahsedeceğim, sonrasında sırasıyla güneş enerjisi, rüzgar enerjisi, katı yakıtlar, diğerleri ve en son olarak da çekirdek (nükleer) enerjisinden bahsedeceğim. Haydi bakalım, rastgele, kötü esprilere devam.

Göreceli olarak yeni sayılabilecek buluşlardan biri olan elektrik, 19. yüzyıldan bu yana, hayatlarımıza o denli nüfuz etti ki ekmek veya sudan farkı kalmadı bizler için, zira ekmeği ve suyu da üreten o (aslında sadece tost ekmeği diyelim, şükür ki ekmek hala taş fırın). Bugün kullandığımız binlerce teknolojinin yaratıcısı olan, perdenin arkasındaki kahraman Nikola Tesla; bir rivayete göre bir gün demiş ki: "Agalar, bütün dünyaya bedava temiz enerji sağlayabilmem için bir tane Amerika kıt'asına  bir tane de Avrupa kıt'asına verici koymanız yeterli, gerisini bana bırakın".


Bunun gibi birşey

Buna cevap olarak da "yetkililer" demiş ki: "Avrupa'da hali hazırda Eiffel kulesi var, "laz ve gaz"da da taklidi vardır muhakkak", tabii ki yalan, demişler ki: "Eeee biz bu işten nasıl para kazanacağız hacı?" ve bu yüzdendir ki, enerji, bugün dünyanın en büyük sıkıntılarından bir tanesi. Tesla'nın bu projesini başka bir yazıda mutlaka incelemeliyiz. Yakışıklı, seksi ve dahi; büyük adamdı vesselam, saygılar.


Nikola Tesla

Biz enerjiyi, mühendisler olarak, joule, kalori veya daha yaygın olarak kilowatt-saat (kWh) olarak ölçeriz (bkz. elektrik faturası). Ancak, asıl olaylar birim zamanda harcanan enerji miktarı olan Watt (Joule/s) birimi etrafında döner. Birkaç örnekle Watt birimini irdeleyelim:
  • Dandik AmBül: 60-100W
  • Tasarruflu AmBül: 12-20W
  • Bulaşık Mak: 1200W (Suyu kendi ısıtan) 200W (Sıcak su girişli) 
  • Çamaşır Mak: 500W
  • SüBürge: 500-700W
  • Ütü: 1000W
  • Dizüstü Bilg.: 30-80W
  • Masaüstü Bilg.: 100-200W
  • TV: 100-200W
  • Buzdolabı: 57-160W
  • Klima: 500W
  • Su Isıtıcısı: 1000-2000W
  • Erkek Saç Kurutma Mak: Saçmalayın, öyle birşey yok!
  • Bayan Saç Kurutma Mak: 1000-1800W
Dikkatinizi çekmek isterim ki Watt; birim zamanda harcanan enerjiydi yani yukarıdaki gereçlerin bazıları çok enerji harcıyor gibi gözükse de kullanım süreleri de önemlidir, mesela buzdolabı hep açıktır ama su ısıtıcısı günde 20 dakikayı geçmez. Bu gereçlerin elektrik faturanıza değerli katkısını hesaplamak isterseniz; misal 1 saat ütü yaptık "İzdivaç" izlerken, borcumuz: 1000W*1h = 1kWh = 23.734kr (Tedaş 2012 Ocak Tarifesi).

Bir ülkenin enerji tüketimi tabii ki evlerle sınırlı değildir. Aşağıdaki çizelgede  Türkiye'mizin, olabildiğince güncel, sektörel enerji tüketimi paylarını bulabilirsiniz.

Kimse "Enerji Dışı" nedir diye sormasın, bilemiyorum, kaçak elektrik, el altı ?




Gördüğümüz gibi, bizim gibi sanayisi gelişmiş olan bir ülkede; sanayi, ülkece harcanan enerjinin ciddi bir bölümünü kapsıyor. Özellikle ağır sanayiler düşünüldüğünde; şimdi adam demir çelik fabrikasında metal eritiyor, sen evinde su kaynatmışsın çoh mu ? (ama gerçekten tasarruflu ampule geçelim artık arkadaşlar, ne olur, ayıBDır, konut elektriğinin %20si hala ışık, ışık la, foton, beyzik!) 

İlk üç çizelge için dipnot: Sadece elektriğe bakmıyoruz, ısınma doğalgazı, ulaşım petrolü gibi etmenler de mevcut (zaten %20'lik ulaştırma sektöründe çok elektrik harcandığını zannetmiyorum).

Bu çizelgede de sanayimizin kendi içindeki enerji tüketimi dağılımlarına bakalım hemen (bak bunları ne araştırmalar, ne excel'ler, ne photoshop'lar, emeğe saygı, +rep!) :


















Burada da Demir Çelik Sanayi'nin baskın üstünlüğünü görüyoruz ama detayları da kaçırmamak lazım; misal Tekstil %6, altı üstü dikiş makinesi çalışıyor... Tekstilde varya, açık ara kralız ülke olarak, gucci bucci b*k yemiş, made in china, A4 kağıt hepsi. "Donla Kıran" "Salı Pazarı"ndan fanile alsa hayatının anlamı değişir yemin ederim. 

Neyse; gavur kumaşa da giydirdim, rahatladım. Şimdi ülkemiz tükettiği enerjiyi nereden sağlıyor ona bakalım:
























Herhalde beklenen bir tabloydu da, şampiyon, enerjinin hem ithalatı hem ihracatı nasıl olur tam basmadı beynim. Sağdan alıp sola mı veriyoruz yani, saçma geldi bana, enerji tüccarı mıyız oğlum biz, öyleysek de başka bir iş düşünmeliyiz çünkü başarısız olduğumuz kesin! Şaka bir yana, aslında göründüğü kadar kötü değil durum çünkü burada da evlerimizde kullandığımız ithal doğalgaz ve arabalarımıza akıttığımız (akıttığınız mı demem lazımdı acaba, sevgili arabam oralarda bensiz "kapılarımı açaydım, gitme diyeydim" diyordur) dünyanın en pahalı ithal benzini de var yani sırf elektrik olarak bakmıyoruz enerjiye.

-------------GÜNCELLEME-------------
Sektörün duayeni Cem'den gelen ek bilgiler ışığında elektriğimizi elektrik olarak dışarıdan çok az aldığımız açığa çıktı, benim çizelgedeki ithalatın neredeyse hepsi petrol ve doğalgaz ithalatıymış (bu doğalgazın büyük bir bölümüyle de elektrik üretiyormuşuz gerçi, yine bir dolaylı ithalat var yani). Katı yakıtı da ihtiyacımızdan fazla ürettiğimiz için ihraç ediyormuşuz, böylece beynim her şeye basmış oluyordu. İşte sırf elektrik için ithalat ihracat çizelgemiz:

















-------------GÜNCELLEME SONU-------------

Yazı dizimizin asıl önemli konularından biri ise; ülkemizin enerjisini nereden ürettiği:



















Katı yakıt, katı yakıt, katı yakıt ve biraz da hidrolik yani barajlar. 

-------------GÜNCELLEME-------------
Ve yine, gelen yeni bilgiler ışığında yukarıdaki çizelgenin tarafımdan yanlış anlaşılıp, yanlış aktarıldığı açığa çıktı (her gördüğüne, duyduğuna inanmayıp, araştıran zihniyete sağlık). Bu çizelge Ton Eşdeğer Petrol birimleri üzerinden oranlanmış yani burada elektrik üretiminden ziyade doğadan topladığımız ham enerjinin oranları gösteriliyormuş. Yani; ülkemiz oldukça çok katı yakıt topluyor (ihracatımızın çoğu da katı yakıt üzerinden) ama petrol ve doğalgaz kaynaklarımız daha az olduğu için onları ithal ediyoruz (Olympos'taki dağdan hunharca tıslayan doğalgazı tutuşturup turiste çay kaynatıyor olmamız hiçbir şeyi değiştirmiyor). Size asıl göstermek istediğim çizelge ise şuydu:

Ülkemizdeki elektrik üretiminin kaynaklara göre dağılımı (GWh oranlı)


















Gördüğümüz gibi elektriğimizin çoğunu doğalgaz yakarak üretiyormuşuz ve doğalgazımızın da %96'sı ithalmiş. Yeri gelmişken şuna da bakmakta fayda var:

Ülkemizdeki elektrik üretebilecek kurulu gücün kaynaklara göre dağılımı (MW oranlı)

















Kurulu gücün, asıl elektrik üretiminden farkı ihtiyaç ve koşullara bağlıdır, gördüğümüz dilimler kurulu santrallerin azami güçlerine göre oranlanmıştır. Rüzgar yoksa mesela rüzgar tribünü ne yapsın? Gece vakti bazı santraller kapatılır çünkü ihtiyaç yoktur ve gereğinden fazla elektrik üretilirse, depolanamaz, toprak anaya gider. Yeri gelmişken şundan da bahsedeyim; elektriğin kesilmemesi için her zaman gereğinden biraz fazla elektrik üretilmesi gerekir. Eskiden sürekli elektriğimiz kesilirdi hatırlarsanız ama son x yıldır çok az kesinti yaşandı. Kesinti yaşanmaması için saatlik elektrik talebinin yılın her günü için tahmin edilmesi gerekir, bunun bayramı var, seyranı var, hafta sonu var, yazı var, kışı var.. oldukça zor bir iş olsa gerek. Rastgele bir günlük elektrik talebi şöyle gözükür:
















Buradan benim tek bir çıkarımım olacak, sevgili halkımız 11, bilemedin 12 dedin mi uyuyor arkadaş.

-------------GÜNCELLEME SONU-------------

Sırada: Ülkemizin gelecekteki elektrik santrali yatırımları:



















Bu görseldeki paylar MegaWatt (MW) biriminde yani bu santrallerin azami gücüne göre oranlı. Sayı olarak bakarsak, toplam 793 santralin, 94'ü termik, 543'ü hidrolik ve 156'sı da yenilenebilir enerji olarak düşünülmüş. Bu santraller hayata geçtiğinde ülkemizin azami elektrik üretim gücünün (53 GW(GigaWatt-MilyarWatt)) neredeyse ikiye katlanması (93 GW) bekleniyor. Linyit ve Asfaltit de iltihap zannedilmesin, zira asfalt iltihap olmasa gerek, kendileri sevgili katı yakıtlardır.

Şimdilik bu kadar dostlar, bu yazı dizisinin ilerleyen bölümlerinde değişik enerji kaynaklarının iyi ve kötü yönlerini inceleyeceğiz. Çok daha keyifli olacağına eminim, girişler sıkıcıdır. Herkese sevgiler, selamlar.

10 Nisan 2012 Salı

Viral Vidyolar II

Selam atlı karınca,

Yoğunluk sebebiyle yazı yazma çalışmalarına bir süre ara vermek zorunda kaldım ancak son günlerde yeni yeni bombalar düştü piyasaya ve ilginç-güzel konular ortaya çıktı ve bunları paylaşma damarlarım kabardı. Yeni konulara geçmeden önce; uçan adamdan daha önce çıkmış olan bir viral vidyo üzerinde konuşmak istiyorum: Su üstünde koşan adamlar

İlk yazıdaki uçan adam kadar 7 ay boyunca üzerinde çalışılmış bir vidyo olmasa da çok güzel tasarlanmış ve çekilmiş bir yapıttır su üzerinde koşan adamlar. Buyrun izleyelim (birazdan):

Öncelikle youtube'un yeni bir özelliğinden de bahsedeyim yeri gelmişken, vidyo'ların altında "cc" yazan bir tuş var artık; ona basın kırmızıya dönüşsün, sonra bir daha basın ve "transcribe audio"yu seçin, sonra bir daha basın "translate captions" seçin, sonra da türkçe'yi seçin ve voila! gavur dildeki vidyo'ya türkçe alt yazı geldi. Bazen saçmalar uyandırayım (O değilde, mükemmel saçmalıyormuş yaww, deneyin mutlak). İşte konumuz olan başyapıD: YOUTUBE.

İlk izleyenler için güzel bir deneyim olmuştur umarım. Alt yazılar saçmalık olduğu için kısaca özet geçeyim: Bu abiler işte "çok az insan su üzerinde koşmayı denemiştir ve kimse bunu başaramamıştır ama bunu yapabileceğinize inanmanız lazım", "suya dümdüz değil de hafif açılı girmeniz lazım", "su korkağı (hidrofobik) (bunu bilmiyorsanız teknoloji geyikleri sözlüğü'ne bakın gerçekten) ayakkabılar giymeniz lazım" gibi ifadeler kullanıyorlar ve su üzerinde harbiden koşuyorlar. Bununla da yetinmeyen abiler; bunu bir spor olarak tanıtıyor ve adına da "su dağcılığı (liquid mountaineering)" diyorlar.


Bu yazıda insanlar suyun üzerinde gerçekten koşabilir mi, koşarlarsa bu durum boğaz köprüsü trafiğine bir çözüm olur mu, koşamazlarsa kimler koşabilir gibi yine gereksiz ve anlamsız sorulara yanıt bulmaya çalışacağız.

Dünyanın oluşumundan başlamıyorum bu sefer hehe; yürümek veya koşmak için ihtiyacımız olan şey çok basittir: Tepki. Ayağınızı yere basmanız etkidir ve bir tepkiye muhtaçtır (bkz. tokat-ayrılık, etki-tepki). Ayağınızı yere bastığınız yüzey; ayağınıza ağırlığınız kadar tepki verebilirse batmazsınız. Katı maddeler, içlerindeki minik yapı taşlarının ahenkle dans etmesi sonucunda bu tarz etkilere pek müsamaha göstermezler, tepkiyi basarlar (bkz. pokemon'um ben diye camdan atlayan çocuk). Daha cıvık maddeler, ilk başta sakin görünürler ama çizgiyi aşarsanız size dur demek zorunda kalırlar (bkz. balçık, kar, taze beton (adını yaz yıllarca kalsın misali)). En cıvık maddeler ise yol geçen hanına dönmüştür, onlara giren çıkan belli değildir (bkz. su, hava, cıva; giren çıkanlar olarak da uçak, denizaltı, felan yanlış anlaşılmasın). 

Bir sıvıya insanın basışı ile filin basışı arasında da farklar vardır. Boğaz köprüsünden atlamayı düşünenler şöyle bir şehir efsanesiyle karşı karşıya kalmışlardır: "O yükseklikten atlayınca beton etkisi yapıyormuş reis". Bu tamamı ile fizik kuralları ile açıklanabilen bir dedikodudur ve gerçektir. Bildiğimiz sıvıların çoğu "Newton sıvısı (Newtonian fluid)" (Görseldeki siyah çizgi) dediğimiz sınıfa girer yani sıvıların maruz kaldığı kuvvete olan tepkileri doğrusaldır (daha doğrusu artan yatay basınç ile akışkanlıkları azalır ama bu çok detay, takılma).


Bu işin türkçe'si şöyle: Böyle bir sıvıya daha çok kuvvet uygularsanız; bu sıvı katı gibi davranmaya eğilim gösterir (işte beton etkisi). İlginç olan yukarıdaki görseldeki yeşil ve kırmızı çizgilerdir.

Kırmızı çizgi, kayma incelmesi (shear thinning) özelliği gösteren sıvılar içindir (sıvı mı kaydıkça incelir? yada bu sıvılarda kayarsak mı incelir? denizde taş kaydırsak mesela incelir mi? sıvı nasıl incelir spor mu yapıyor?). Bu sıvılar kuvvete maruz kalmazlarsa katı gibi davranan sıvılardır ancak kuvvete maruz kalırlarsa "biz sıvıyız hacı aslında galiba" gibi düşünen kafası karışık sıvılardır. Bu amcaların gündelik örnekleri şöyledir: Kepçap, duvar boyası, tırnak boyası, kan felan. Misal: hamburger hazırlıyorsun, kepçapı bastın şöyle:

Üstün fatoş bilgimi kullanarak görseldeki reklam unsurlarını sansürledim, alışığız bunlara zaten!
sonra da fırlat bakalım üzerine kapağını neler oluyor? Her yer kepçap oluyor ve annen kızıyor. Misal: tırnaklarınızı veya duvarı boyuyorsun, onu böle sürerken akışkan gibi her yere güzelce dağılıyor ama bıraktığında da dağılmıyor akmıyor, gitmiyor.

Gelgelelim daha da eğlenceli olan kayma kalınlaşması (shear thickening) özelliği gösteren sıvılara (yeşil çizgi). Bu sıvılar ise kendi haline bıraktığında sıvı gibi görünen ama dokunursan kaskatı kesilen garip sıvılardır, en bilinen örneği mısır nişastası ve su karışımıdır. Hemen bir vidyo ile konuya aydınlık getiriyorum: YOUTUBE (sıkılmayın izleyin sonuna kadar yada 4:40'a atlayın),  bu abiler gördüğünüz gibi suyun olmasa da bir sıvının üzerinde gerçekten koşuyorlar hatta raks ediyorlar. Sonuçta sıvı üzerinde koşmak mümkün ama bu iş suda da olabilir mi?

Su; yukarıda bahsettiğim sıvılar arasında "Newton sıvısı" özelliği gösterir yani evet çok büyük kuvvetlerde katı gibi davranır ancak insanın ayağını suya vurması ile bu kadar büyük bir kuvvete erişmek çok olası bir durum değildir (Mythbusters'a her zaman güvenmem aslında ama bu konuyu da işlediler kendileri: YOUTUBE).

Sıvılarda bu kuvvete ek olarak yüzey gerilimi diye bir olay da mevcuttur. Yüzey gerilimi de hayli başarılı bir etkiye sahiptir, hani bardağı ağzına kadar doldurma şakası vardır ya; o şakayı yaparken bardağın yüzey sınırlarını geçseniz bile biraz daha doldurup ufak bir yükselti elde edebilirsiniz suyu taşırmadan:


Dahası, bu olay sayesinde doğal şartlarda batacak olan bazı cisimleri sakince ve dikkatli bir şekilde su yüzeyine koyarsanız yüzdürebilirsiniz, misal ataş (yada ataç, "attach" yani aslında "tutturgaç") veya jilet:


Daha daha dahası; yüzey gerilimi denilen bu saçmalık sayesinde beleş tekne yapmak mümkündür: YOUTUBE.

Hayatta boyutsal inceleme ("dimensional analysis") diye bir olay söz konusudur. Bu tarz incelemeler ile karıncaların nasıl herkül gibi ağırlıklarının 50 katı kadar ağır cisimleri kaldırabildiğini basit matematik kullanarak, fiziksel kurallar ile açıklayabilirsiniz:


Bahsettiğim yüzey geriliminin birimi N/m'dir yani kuvvet bölü uzunluk. Yüzey gerilimini uzunluk ile çarparsak kılcal çekme kuvveti ("capillary pulling force") karşımıza çıkar. Kılcal çekme kuvveti doğada bildiğimiz birçok olayda kendini gösterir mesela şurada: YOUTUBE veya çok daha iyi bildiğimiz "Hacı o uzun ağaçlar topraktan aldıkları suyu nasıl o kadar yukarı iletebiliyorlar?" sorusunun cevabında. Bu kuvveti boyutsal olarak incelerseniz; 3mm'nin altındaki uzunluk mertebelerinde (mesela aşağıdaki böceğin bacağı); ağırlığın, bu kuvvetin yanında esamesinin okunmadığını göreceksiniz. Türkçesi şöyle: Cisimleri aşağı çeken ağırlıktan daha büyük kuvvetlerdir bunlar (bkz. suyun ağaçta aşağı değil yukarı giDmesi). Bu yüzdendir ki daha ufak cisimler bu kuvvet ile su yüzeyinde kalabilir ancak bizim gibi devler için pek bir etkisi yok. Bakın mesela su üzerinde hareket eden bir yaratık var: "Su örümböcüğü" ("Water Strider").


Eskiden kılcal çekme kuvveti ve su korkağı ayakları sayesinde yüzdüğü ve ilerlediği varsayılan bu arkadaşımız en son araştırmalara göre ayaklarının altındaki nano baloncuklar sayesinde de su yüzeyinde kalışına kalış katıyormuş ama boş verelim, sonuç aynı. Bu da vidyosu: YOUTUBE.

Bir de "İsa kertenkelesi" var ki o bambaşka:


Bu da vidyosu (tipi kes, şok şevimli): YOUTUBE.

İşte arkadaşlar, isa kertenkelesi, su örümceği gibi hile kullanmaksızın harbiden suyun üzerinde koşabilen tahminen tek hayvandır. Bir canavar görürse, korkudan şekilden şekile girip bööyle kafayı kaldırıp suda 10-20 metre gidebiliyormuş kendisi. Üzerinde yazı yazmaya çalıştığım ama hiç bahsetmediğim koşan abiler de aynı fizik kuralları çerçevesinde koştuklarını iddia ediyorlar dersek yalan olmaz. Bir rivayete göre bu hayvancıklar saniyede 20 adım atıyorlarmış ve insanların bu şekilde suyun üzerinde koşması için saatte 100km hızla koşmaları gerekiyormuş (yavaş gel!).

Sonuçta bu adamların koştuğu suyun altında tahta vardır ne yazık ki, ama bu abiler vidyo'yu o kadar güzel  ve inandırıcı çekmişler ki 11 milyon kez tıklanmışlar, işte viral vidyo budur!

İnsanlar yakın bir zaman içinde suyun üzerinde koşamazlar gibi gözüküyor ama hayatta hiçbir şeyden emin olmamak lazım.

Şimdilik bu kadar,
Salıncakla kalın.

22 Mart 2012 Perşembe

Viral Vidyolar I

Ön bilgi: 
Biraz önce ne yapsam da türkçe yazsam diye "internet" kelimesini ararken şunları buldum: sanaldalyan, örütbağ ve ağlararası ağ. Bundan sonra "internet" kelimesini kullanırsam adam değilim çünkü bunlar mükemmeller. Artık arkadaşlar arasında: "Sanaldalyan'a geldim", "örütbağ'da ne mahsuller gördüm" yada "ağlararası ağ'da takılıyordum" gibi cümleler kurabilirsiniz. Tamam; yazının başlığındaki hiçbir şey türkçe değil, biliyorum ama hepimiz insanız sonuçta, "altıgen yaratıksal hareketli görseller" diyecek halimiz yoktu. Ahanda virüs:

"Beşgen değil o, 6 bacağı var, şaşı bak!"
Başka bir yazı üzerinde yoğun çalışmalarım devam etmekte iken; dün karşıma çıkan yayılmacı bir vidyo ve onun eski arkadaşlarından bahsetmeden geçemeyeceğimi fark ettim. Viral vidyo nedir, öncelikle ondan bahsedeyim.

Viral vidyo; ağlararası ağ'daki menşur paylaşma tuşları sayesinde arkadaştan halka, halktan "erasmus"çuya, "erasmus"çudan dünyalıya yayılan ve milyonlar mertebesinde izleyiciye birkaç günde ulaşan vidyolara denir. Örnekleri:
Gavur tarzı: Afro NinjaStar Wars KidD.ck in a Box.
Türk tarzı: Al Dedi Git DediSütü Seven KamyoncuAdnan Oktar- Candy Shop.

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki bu tarzda bir vidyo yapmak büyük bir başarıdır. Mesela "Sütü Seven Kamyoncu"yu yapan abiler sıkıntıdan fransızca'yı türkçe'ye çevirdikten! sonra Beyaz'ın konuğu olarak ünlerine ün katıp, şirket kurup insanlara vidyo çekme seviyesine gelmişlerdir. Bu yüzden, böyle bir vidyo yapabiliyorsanız yapınız, hızlıca şöhret ve para getirecektir.

Dün karşılaştığım ve üzerine yazı yazmakta olduğum vidyo bedenine kanat takıp uçan bir abinin vidyo'sudur, ilk günde 800.000 izlenmiş. Bakınız: YOUTUBE (0:15'teki bereli gözlüksüz abinin, 0:20'de gözlüklü geri koşuşuna dikkat, bir de 0:35'te ayakları aşağı sarkan abinin 0:40'ta nasıl süpermen konumuna geldiğine dikkat, en son olarak da adamın kollarının kanatlardan bağımsız olmasına dikkat, yani meme kası kullanmıyor, bütün bunlara değineceğim). Bu aletlere ornithopter deniliyor bu arada.

Şimdiiiik; Jarno Smeets abimiz bu uçma olayını bir blog'da başlatmış. İnsanlara bunu yapmak istediğinden bahsetmiş, "dedemin hayaliydi", "Leonarda da Vinci'den çok etkilendim", "kanatları yapmaya başladım ama çok fena kar yağıyor" gibi anlamlı anlamsız cümleler sarf etmiş.

Leonarda da Vinci'nin "kanatlı uçan adam" kiyafeti tasarımı (ornithopter)
Hayatta imkansız diye bir şey yoktur, bunu her zaman aklımızın bir köşesinde tutmamız lazım, ancak bu iş yatar gibime geliyor. Bildiğimiz fizik kurallarına göre bu abi yerden kalkışı başaramaz. 75-100 kg ağırlığında uçabilen bir kuş vardır: quetzalcoatlus, dinozor:


Bu da insanla kıyaslaması:


Aldığım bilgilere göre bu büyüklükte bir kanatla bile ancak süzülebilirmişiz ki onu zaten yapıyoruz, bkz. yelkenkanat (kim buluyor bu isimleri acaba, gerçekten leziz):


Yelkenkanat yapanlar bir dağdan atlıyorlar veya bir kamyondan, bir tekneden falan hız alıyorlar. Kanat çırparak, insan gücüyle yerden kalkış yapabilmemiz için meme kaslarımızın 1 metre uzunluğunda olması lazımmış, işte meme kası:


Dahası, 15 metre uzunluğundaki kanatla sinekkuşu (hummingbird) hızında kanat çırparsak uçabileceğimizi iddia edenler de mevcuttur. Bakınız yaklaşık 30 kat yavaşlatılmış vidyo'da sinekkuşu nasıl kanat çırpıyor: YOUTUBE, hmm, sanırım saniyede 8-12 kez kanat çırpıyormuş sevgili sinekkuşu, bizim Jarno abimiz ise saniyede sadece 2 kez çırpıyor. Ayrıyeten vücut yapımız da uçmaya uygun değildir çünkü kocaman ayaklarımız vardır ve onları süpermen gibi sürekli arkaya uzatmış olarak durmamız için ciddi karın kası çalışmamız lazımdır (yatağın ucuna göbeğinize kadar yüzüstü uzanıp bacakları süpermen konumuna getirmeye çalışın bakalım ne kadar sürecek bu macera?). Uçarken de şöyle bir yüz ifademiz olabilir:


Gelgelelim Jarno amcanın meme kası kullanmaması hikayesine.. ("Yaww hacı, madem adam meme kası kullanmıyor neden anlattın bize bu kadar meme kası felan?", "onu bende bilemedim, kusura kalmayın"). Neyse; Jarno, anlattığına göre bu aleti Nintendo Wii kumandaları ve akıllı ceptel'ler ile yapmış. Wii kumandaları, Jarno'nun kol hareketlerini ceptele iletiyor, o da bilgileri işleyip motorlara iletiyormuş, olay bu: YOUTUBE. Hayli başarılı bir cihaz temelinde, sadece biraz yavaş gibi geldi (O değil de, yazdıkça inanmaya başladım yaww nasıl olacak bilemedim, yazının sonunda R yapmak zorunda kalacağım gibi). Jarno'nun sırtındaki teçhizat şu şekilde:


Kanatlar için her biri 2kW'lık (2kW'nin eşleniği: ütü veya "açık havayı ısıtıyoruz" ufo veya iki tane kettle) iki tane motor kullanmış ve 4 tane 5Ah'lik pil kullanmış (4 tane dizüstü bilgisayar pili yani). Yaptığım kaba hesaplara göre bu pillerle 1,5 dk havada kalması bile mucize gibi gerçi 1 dakika kalmış zaten. Adam harbiden yapmış galiba, çürütemiyorum!!! Konuyu değiştireyim biraz.

Sırf insan gücüyle uçmak kesinlikle imkansız değildir; kalkışı çırpılan kanatlarla yapmak bugünün teknolojisiyle çok zordur, bir şekilde uçtuktan sonra havada kalmak bambaşka bir konudur, bir grup öğrencinin yaptığı alete bakın: YOUTUBE. Hele hele kanat çırpma işi yerine pervane kullanılırsa, kalkış felan da mesele değil; insanlar adalar arası uçuyorlar (Adalar arası dediğim, maltepe sahil - büyükada gibi)


Daha ilk günden benim gibi Jarno'nun ornithopter'ini yalanlamaya (ben üstüne üstlük yalanlayamadım ama olsun) çalışanlar olmuş tabi ki.. Bazıları o gözlüksüz abinin bir anda gözlüklenmesini bahane etmiş, "yaww arkadaşım, kaydı kapatmışlardır, güneş çıkmıştır, adam gözlük takmıştır yani ne alakesi var?". Bazıları adamın kafasındaki kameradan görünenlerin yerdeki coğrafyaya benzemediğinden yakınmış, bazıları da adam niye bu kadar uğraşsın bir youtube vidyo'su için demiş falan felan işte, o da haklı. Bence: "madem ki böyle bir alet yaBDın, madem ki onu deneme uçuşuna götüreceksin, sıkıyorsa git caddebostan sahile götür de insanlar çeksin seni, neden 3 kankitonu alıp yokluktaki x parkına gidiyorsun? Burada olayı çözmek için canım çıktı".

Son kararım şöyle: Emin değilim!

Eksiler:
1. Ayaklar nasıl süpermen konumuna geliyor bilmiyorum yani ayaklara bağlı bir parça felan görmüş olsam yine motorla olur diyeceğim, o iş için fazladan bir motor daha gerekir, o motor nerede? Uçağın lastikleri içeri girer gibi uçuştan bir süre sonra ayakların süpermen konumuna gelmesi de cabası, hızla mı ilgili acaba?
2. O kadar yavaş kanat çırparak nasıl uçar bilemiyorum, anında çakılır gibi geliyor ama kanadın hızından çok işlevi önemli olabilir mi yoksa o bir şehir efsanesi mi?
3. Projeleri iyi bilirim, kimsenin yapamadığı bir şeyi iki test uçuşuyla başarmak da pek inandırıcı gelmiyor.

Artılar:
1. Fikir çok iyi, çok özgün. Burada adamın kattığı şey Wii kumandalarıyla kanatları hareket ettirmek. İnsanlığın eski ornithopter çalışmalarda ya kol yoruluyordu (koldan güç aldığı için) yada çırpma işlemini motor sürekli yaptığı için denge ve kontrol sağlanamıyordu (koldan bağımsız kanat çırpıyor sürekli). Jarno bu iki işlemi müthiş bir şekilde birleştirip güzel bir ornithopter yapmış.
2. Tasarımı çok iyi, çok ciddi, CAD çizimleri ile başlayan, kanatlar, Wii kumandalar ve kontrol mekanizmaları ile devam eden ciddi bir uğraş. Her parça harika ve tıkır tıkır çalışıyor, 14 vidyo ile bütün aşamaları kaydederek yayımlamış.
3. "Bu kadar uğraşılır mı yalan bir vidyo için?" fikri de hayli cezbedici.

Arthur C. Clarke'ı tanıyan var mıdır? Kendisi bir astronom ve bilim kurgu yazarıdır. 1945'te iletişim uydularının yörüngeye yerleştirilmesi ve uzay asansörü fikirlerini ortaya atmış:

Uzay asansörü
Bu abimizin üç tane kanunu vardır, iki tanesini yazıyorum:
1. When a distinguished, but elderly, scientist states that something is possible, he is almost certainly right. When he states that something is impossible, he is probably wrong.
3. Any sufficiently advanced technology is indistinguishable from magic.

Türkçe mealleriyle:
1. Seçkin ve yaşlı bir bilim insanı "bu iş olabilir" diyorsa, çok büyük ihtimalle haklıdır; "olmaz" diyorsa, muhtemelen yanılıyordur.
3. Yeterince ileri bir teknoloji ürünü büyüden farksızdır.

Demeye çalıştığım o ki; umarım bu abinin yaptığı alet gerçektir, öyleyse hemen yaparız aynısından ve sahile çıkarız ancak çok eşeledim, emin olamadım. İlerleyen günlerde kokusu çıkacaktır, unutmayalım ki Wright kardeşler ilk uçtuğunda da insanlar inanmamışlar.

Su üzerinde koşmak ile devam edeceğim,

Esen kalın.

15 Mart 2012 Perşembe

Uyduların dünyaya düşmesi III

Merhaba uzaylılar,

Uyduların dünyaya düşmesi başlığını bitirmeden önce bahsetmek istediğim bir-iki konu daha kaldı. Bunlardan da bahsedince ilk yazıda sorduğum bütün soruları cevaplamış olacağımı ümit ediyorum. Yazarken her yerden bu konularla ilgili haberler çıkmaya başladı, çok sıcak bir konu herhalde.

Uzay İstasyonları

Uzay istasyonları içinde insan yaşayabilen uydulardır temelinde. Bugün itibariyle 2 tane uzay istasyonu vardır: Amariga'nın International Space Station (ISS)'i ve Çin'in Tiangong 1'i. Rusya'nın nasıl istasyonu olmaz demeyin, varmış tabi ki; hemide 8 tane -> Görevi bitmiş uzay istasyonları: Salyut 1-7 (Rus), Skylab (ABD) ve MIR (Rus). MIR'den bir görüntü:


Uzayda hayat zordur çünkü yer çekimi yoktur ve "insan aygıtının" çalışma düzeni yer çekimine akıl almaz derecede bağlıdır. Uzay istasyonlarında yaşayan abilerimizin genel rahatsızlıkları şöyleymiş: kemik erimesi, böbrek taşı, kas yımışması, dengesizlik ve göz sıkıntıları (sonuncusu 13 Mart 2012 haberi, demiştim sıcak konu diye, fırından yeni çıktı, merak edene bu da linki ve türkçe linki ama çok sıkıcı, ben önemli yerlerini yazacağım kısaca).

Bu abiler kemiklerini çok kullanmadığı için (yer çekimi yok tabi, uçan adam nasıl kullansın kemiğini) kemikleri osteoporoz'un 10 katı hızla eriyormuş. Dünya'da genelde 0mg/gün olan kalsiyum (Ca) dengesi (formülü şöyle: giren Ca - çıkan Ca) uzayda -250mg/gün oluyormuş bu da böbrek taşına sebep oluyormuş ("böbrek taşı kalsiyum fazlasında olur arkadaşım, yanlış biliyorsun, de get!" diyorsanız, ben de öyle düşünmüştüm ama kısaca hap halinde alınan kalsiyum fazlası böbrek taşının oluşumuna sebep olurken, gerçek besinlerle (süt, yoğurt, vs) alınan kalsiyum böbrek taşının engellenmesine yardımcı oluyormuş, ee uzaydaki adam nereden bulsun südü, yoğurdu).

Dengesizlik derken de öyle dengesizlik değil; bildiğiniz sağın solun şaşması, yürüyememe dengesizliği ki uzaydan dönüp yürüyemeyen tipler varmış. Dengeyi sağlayan iç kulak zıbıları da yer çekimiylen çalışıyormuş işte kiristaller, kıllar felan. Göz sıkıntıları da beyin-omurilik sıvısının basıncının artması yüzünden oluyormuş. Aslında "göz sıkıntıları" dedim ama bazı adamların gözleri düzeliyormuş, bazılarınınki ise bozuluyormuş, kısmet!

Bunların hepsini az da olsa engellemek için bakın ne yapıyorlarmış, haftada 6 gün, günde 2.5 saat: 


Heidi üstteki abiyi anladık; yaylı iple bağlamışlar, koşuyor ama alttaki abiye sesleniyorum: "Hacı sen neyi kaldırıyorsun, ağırlık yok, uzay gemisini mi kaldırıyorsun?". Uzayda vücut geliştirme bir başkaymış: "Geçen gün 6 ton bastım reis" gibi muhabbetler oluyormuş. 

"Uzayda sıkılırız abi naapcaz?" diyen arkadaşlar için bakın uzay ortamı:


Hayli eğleniyorlar, erasmus gibi ortam mübarek. Dizüstü de var orada, dizi, film, PES, her şey. Yazının bu kısmında çok önemli bir vidyo paylaşmak istiyorum. Konusu: Uzayda nasıl portakal yenir ve daha da önemlisi portakalı nereden buldunuz, uzayda ağaç da mı var? İşte buyrun: YOUTUBE (Vidyo'nun tamamı eğlenceli, taklaya felan geliyorlar abiler (bıyıklı abi kesin türk) ama portakal kısmı 3:40'tan sonra mutlaka izleyin).

Portakalı yemek bile bu kadar zorken çiş, kaka nasıl olacak sorusuna girmek bile istemiyorum, tahminen oradaki saç kesmeye benziyordur. Dayanamadım: YOUTUBE (Konu ile ilgili diğer vidyo'ların başlığı mükemmel: "Darkest NASA secret revealed: How to poop in space" - "En karanlık NASA gerçeği su yüzüne çıktı: Uzayda nasıl mıçılır?". Vidyo'yu tamamen izlediyseniz, ilk yazıda yazdığım "uzayda hayat olursa bbg evinden farkı olur mu?" sorusunun yanıtına tanık olmuşsunuzdur, nitekim abinin (af edersiniz) altında bile kamara mevcuttur.


Neyse, geyiği bırakalım, uzayda kalan insanların yaşadığı bu sıkıntıların çoğu Dünya'ya geri dönüldüğünde 3-4 seneye geçiyormuş ama yine de bu sıkıntılar gelecekte hedeflenen Mars yolculuğu ve ticari uzay yolculukları için büyük bir tehdit oluşturmaktaymış. Ticari uzay yolculuklarından haberi olmayan varsa hikaye kısaca şöyle:

Kod Adı: Uzay Turizmi (bunu google'da arayabilirsiniz)

Amaç: İnsanları biraz yükseğe çıkar, dünyaya bir baksınlar, ülti-karmaşık x makinalarıyla mükemmel "uzaydan dünya" görsellerini bellek kartlarına kaydetsinler (kısaca fotoğraf çeksinler), Dünya'ya dönüp eşe dosta "kaydırmalı-sunum" (bildiğin slayt-şov) yapsınlar ve bu işin için x00.000$ civarı para ödesinler (Kendim yapamayacağım için, yapacak olanları şimdiden aşağıladım).

En bilinen şirket: Virgin Galactic. Bu da o seksi uzay mekikleri ("Abi gördün mü kanatları kalkmış, vaaauuuwww, uzay felan"):



Uzay istasyonları'nın son saçmalığı da uzayda mum nasıl yanar? Ahanda buyrun, büyü:


Hubble ve Voyager 1

2 ufak konudan daha bahsedip bitiriyorum. Hubble, uzayın derinliklerini dikizlemek için kullanılan menşur bir uydudur. Uzayın diplerinden çok bombastik görseller yakalamıştır ve insanlığın takdirine sunmuştur, misal: "atbaşı bulutsusu"


Hubble'ın görünümü şöyledir:


"Bildiğin objektif hacı, bunu benim makinaya takcan varya fiiuvvvvv!"

Voyager 1 de; ilk yazıda yazdığım şu sorunun cevabıdır: "Bir tane uydu vardı o şimdi nerelerde?". Voyager 1, 1977'de uzaya gönderilmiş ve öyle gidiyormuş, ara sıra Dünya'ya "selamz Dünya" diye ileti gönderiyormuş. Şu anki uzaklığı 18 Gkm (Giga-km yani milyar-km) imiş. Voyager 1 hayırlısı ile yakında güneş sistemini terk edecekmiş ve bunu başaran ilk alet olacakmış:


Geriye bir tek "hep gündüz olur muymuş?" sorusu kalıyor. O da şöyle ki; acaba diyorum, bir uydu yapsak tümsek ayna gibi, onun hızını ve uzaklığını felan hesaplasak, Dünya'nın karanlık tarafını hep güneşten gelecek ışıkla aydınlatacak yörüngeye yerleştirsek bu iş olur mu, ışık sorunsalı çözülür mü? Ohannesburger, Ruslar denemişler: Znamya, benim fikrimi çalmışlar. Hakketten de yapmışlar ama talihsizlik yüzünden iptal etmişler, bu ilerde olur, demedi demeyin!

Sağdaki çubuk tırtıl büyüklüğüne yaklaştı kusura bakmayın ama; bakın, arkadaşlar, buraya kadar gelme cesaretini gösterdiyseniz, azıcık alta da gidin, yorum felan yazın. En sevdiğiniz dostunuz fotoğraf makinelerine giydirdim, olup olmayan şeyleri yazdım, başkalarının yıllar önce yaptığı şeyleri kendi fikrimmiş gibi sundum (yalan değildi ama olsun), xiyet dandikos magazin haberlerinin altına yazacağınıza bana yazın, "yaew bu böyle olmaz deyin", "x" deyin, "y" deyin, kavga edelim felan, böyle kendi başıma yazıyorum arkadaj.

Hade öptüm, 
Muh.

12 Mart 2012 Pazartesi

Uyduların dünyaya düşmesi II

Melabas tekrardan,

İlkokul'dan beri hepimize dayatılmaya çalışılan, yazı yazmadan önce yazının taslağını oluşturma fikrine hala alışamadığım için araştırma rüzgarına kapılaraktan daldan dala yazıyorum. İlk yazıda açıklamayı vadettiğim hiçbir şeye değinemedim ama bu yazıda bir şeyler olabilir gibi gözüküyor. Görelim:

Bir önceki yazıda sadece ön bilgi olarak dünyaya bugüne kadar 20 bin 5 yüz kadar uydu düştüğünden bahsetmiştim. Ek Bilgi: Dünyaya düşmeyip, uzayda boş boş gezintiye çıkan uydu yoktur, bumerang gibidir şerefsizler, atarsın, döner, döner ve sonra düşeceği yer yine kafamızdır.) Bugün seyir halindeki 13 bin kadar uydu da eninde sonunda düşecektir ancak bu uyduların her parçası daş olup başımıza gökten yağmaz, bazı parçalar atmosferde yanarak erir, hatta bir söylentiye göre dünyaya düşen uyduların kütlece %20-%40'ı yeryüzüne ulaşmayı başarır. Yapılan tahminlere göre bugüne kadar başımıza 5 bin 4 yüz ton uydu kakası yağmıştır. Bu kütlenin eşleniği ahanda budur:


İnsanlığın bu tarz konulara yaklaşımı hep şöyle olmuştur: "Sokağa çıkmayalım artık, maazallah kafamıza uydu düşebilir, dikkatli olalım, gözümüz yukarıda olsun, aman yavrum, dışarı çıkmayın annem, xx". Buradaki amacım kimseyi paranoyak yapmak değildir, zira korkulacak bir şey yoktur. Uydulardan önce endişelenmemiz gereken çok daha ciddi konular var biliyorsunuz.

İnsanlığın ikinci yaklaşımı da şudur: "Eee hesaplayın canım nereye düşeceğini, haber verin önceden, boşuna mı okuttuk sizleri?". Bu uydular düşerlerken çok hızlı hareket ettiklerinden, dünya üzerinde düşecekleri noktayı tam olarak hesaplamak mümkün değildir. Yapılan ufacık bir hata bile bu uyduların düşme noktası tahminlerini kıtalar ölçeğinde değiştirmeye yeterlidir. Sadece uydunun düşeceği zamanı %10 hata payıyla tahmin edebiliyorlarmış. Merak edenlere birazcık daha detay: uyduların düşerken maruz kalacağı sürtünmeyi tam hesaplamak için atmosferin her yerindeki yoğunluğu tahmin edebilmek gerekir bu da zordur çünkü atmosferin yoğunluğu hayli değişkendir.

Türk haber kaynaklarından bir görsel.)
Biraz olasılıklardan bahsedelim. Sevgili uyduların bir parçasının, hayatımız boyunca kafamıza düşme olasılığı 1 milyarda birmiş, hiçbir şeye olmaz dememek lazım tabi. Aldığım haberlere göre bir abimizin omuzuna düşmüş hatta.) Düşen parça küçük olduğu için abi zarar görmemiş (buna kimse inanmaz bence ama öyle diyor vallahi). Yeri gelmişken birkaç çılgın olasılıktan bahsedelim (en olamazdan, olasıya doğru):
  • Evinize meteor düşmesi: 182 trilyonda bir.
  • Kafanıza uydu parçası düşmesi: 1 milyarda bir.
  • Köpek balığının sizi yemesi: 300 milyonda bir.
  • Astronot olma ihtimaliniz: 12 milyonda bir (hepimizin çocukluk hayali, çok da zor değilmiş).
  • Şimşek çakması: 600 binde bir (4 kere şimşek çakmış bir kadın vardı bu arada, gerçekten! Bu kadını her seferinde dolaylı çarpıyordu, birinde elini yıkarken su deposunu çarpıyordu mesela, evini bir görseniz ama, yokluğun ortasında bir tanecik ev (aşağıda), ee doğal, şimşek ne yapsın. Rekor, Roy C. Sullivan abimizdeymiş, onu 7 kere çarpmış, hehe, kesin yalan söylüyorlardır, beyin bedava ne de olsa).
  • Süper modelle çıkma: 88 binde bir.
  • Milyonerle evlilik: 220'de bir.
  • Uçağınızın pilotunun kafasının güzel olması: 115'te bir.
  • Basur olmanız: 28'de bir.
Yokluktaki ev, kadınınki bu değil tabi ama bunun gibi yani
Eveett, gelelim biz bu uyduların sürekli düştüğünü 2011 eylülden önce neden hiç duymadık sorusuna... Eylülden önce uydu düşmesiyle ilgili gerçekten çok zor haber bulabildim, bakın bulduğum haberdeki komik! abla nasıl anlatıyor olayı (2008): 1:18 ile 2:00 arasını izlemeniz yeterli gerisi fasafiso: DAILY MOTION. Üşenenlere veya anlamayanlara özet geçeyim: Ablamız bir uydunun dünyaya düşeceğinden ve bilim insanlarının bu konuda hiç endişeli olmadığından yakınıyor. Akabinde de, bu konu hakkında bilgi sahibi olanlara danıştıklarında: "Bu çok gizli bir konu, bunu bilmemeniz gerekiyor" diye konuyu kapattıklarından yakınıyor (Bir de arada inanılmaj büyük bir krater gösteriyorlar, yaew adamın omuzuna düşmüş bir şey olmamış ne krateri?"). Sonuçta bu olay geçen eylüle kadar belirli bir sebepten dolayı gizli tutuluyordu veya ilgi çekmiyordu. Eylül'de okuduğum haberlerden birinde, bir bilim insanı şöyle diyordu: "Abijim zaten yıllardır düşüyor bu aletler, siz niye bu kadar abarttınız ki bu olayı? Saracak başka bir şey kalmadı tabi, uzaya sardınız, pes artık! Justin biber'den bir haber çıksa da bizim yakamızı bıraksanız."


24 Eylül 2011'de dünyaya düşen UARS (Upper Atmosphere Research Satellite) ve ardından 23 Ekim 2011'de dünyaya düşen ROSAT (Röntgen Satellit (heh bak şimdi oldu, amarigalılar boş boş atmosfer araştırma uydusu gönderedursunlar; bak alman kardeşlerimize, röntgen uydusunu basmışlar, masa başı uzat ayakları, milleti dikiz! Sen hala pencerende dürbünle takıl, adam röntgen uydusu göndermiş diyorum yaew, kesin bu uydunun fikri almanya'da çalışan ulvi bir türk arkadaşımızdan gelmiştir)) basında o kadar büyük ilgi uyandırmıştır ki düşüşünü gözlemlemek isteyen binlerce acemi gök bilimci ve meraklının yanı sıra, düşüşten kaçmak isteyen bir o kadar da endişeli ve pısırık insan bu haberi basının daha da göz bebeği haline getirmiştir. 

Bir türk basını haberi daha ve o meşhur rönt uydusu
Bakın röntçü uydu'nun düşmesi ile ilgili çıkan haberde gavur basınında ne yazmışlar: 

"Not long after re-emerging en masse from our underground bunkers and panic rooms, having successfully avoided being squashed by a falling NASA satellite on Sept. 24, humanity has learned that the sky is falling yet again."

Türkçe mealiyle:

"24 Eylül'de düşen uydu yüzünden topluca ("bizim bütün göy sığınağa girdih" gibi mi mesela?) sığındığımız yeraltı sığınakları ve panik odalarından, uydu tarafından parçalanmamış olarak, dışarı çıkmamız üzerinden çok zaman geçmemişti ki, gökyüzünün üzerimize bir kez daha yağacağı haberini aldık"

Sözüm meclisten dışarı: Yaeeww işte arkadaşım bu yüzden saklıyorlardı senden bu haberleri, "e be manyak!" bundan korkup sığınağa gidiyorsan yaşama o zaman zaten, senin kafana şimşek de düşer, saksı da düşer, köpek balığı da "nam nam nam" yer yani, sığınağında takılmaya devam et, pısırık, al da tipine bak:



Evet sanki, uydu düşmesi konusunu tamamladım gibi ama araştırmalarım beni daha birçok ilginç gerçekle karşılaştırdı. Bir sonraki yazıda uyduda yaşam olur mu ve çılgın işlevi olan uydulardan bahsedeceğim.

Görüşürüz.

9 Mart 2012 Cuma

Uydu'ların dünyaya düşmesi I

Selam dünya,

Öncelikle şunu belirtmek isterim ki; bu yazılar için bir de sözlük yaptım, sözlükte anlamı olan kelimeleri kalın yazacağım, anlamazsanız bakabilirsiniz.

Bu yazımın konusu yine saçmalıklar saçması olan uyduların dünyaya düşmesi olayıdır. Bunu duymuş olabilirsiniz zira geçen sene eylül, ekim sularında birçok yerde haber konusu olmuştur. Bu yazıyı yazmamım sebebi de bu haberlerden birine denk gelip bu olayı biraz araştırmış olmamdır. Google amcaya "satellite crash to earth" yazarsanız aşağı inmekten farenizin tekerleği patlayabilir (mac kullanıyorsanız işaret ve orta parmağınız yanarak eriyebilir, sağdaki çubuğu indiriyorsanız zaten bilgisayar 101 terk ama bir yerinize zarar gelmez) ama haberler bitmez ve hepsi de eylül ve ekimdir. Bu yazıda neden eylül-ekimden önce bundan haberimiz olmadı, 2011'den önce uydular düşmüyor muydu, içinde insanların yaşadığı uydu olur mu, olursa bbg evinden farkı nedir, ne yer ne içerler bu yavrucaklar (lahmaçsız hayat olur mu), uzayda neler oluyor, bir tane uydu vardı o şimdi nerelerde ve 24 saat gündüz mü olurmuş gibi gereksiz, sorulması bile anlamsız sorulara yanıtlar bulmaya çalışacağız.

Hayatta herşeye dünya toz bulutuyken diye başlamak lazım, bu sebepten ilk uydu nedir, ne zaman yörüngeye yerleştirilmiştir ile başlıyorum. Uydu, bir gezegenin etrafında kendine has yörüngesinde dönen herhangi bir saçmalıktır. Uydular 2'ye ayrılır; doğal uydular (ay ve bulmacada çıkan diğerleri) ve yapay uydular (konumuz). Yapay uydulardan bir ördek:


Dünya'nın ilk yapay uydusu, zamanının Sovyetler Birliği tarafından 1957'de yörüngeye gönderilen Sputnik 1'dir. Bu uydu tabii ki insanlık için büyük bir adımdır, uzay yarışını başlatmıştır vs vs ancak yinede hikayesine gülmeden geçmek mümkün değildir. Öncelikle bu uydunun tipini kesin, o bile yeterince komiktir (uzaylıdan çok uzaycıya benzer):


Ayrıca avrupa'daki sokak heykellerini de andırır kendisi, nitekim heykelleri yapılmış ve sergilenmektedir:


Bu uydunun birkaç süpersonik özelliği vardır ama bunların en önemlisi! müthiş meteor algılama özelliğidir. Bu uyduya meteor çarparsaymış, (ki atmosfere giren x tane meteor'un bir tanesinin bu 83 kiloluk minik alete denk gelme olasılığını siz hesaplayın) bu alet dünyaya radyo sinyali gönderiyormuş (paramparça alet nasıl sinyal gönderir onu geçiyorum) ancak tahminen o sinyal dünyaya gelmeden önce meteor düşmüş olur zaten heh.)

Sputnik 1 yörüngeye yerleştirildikten 22 gün sonra aküsü bitmiş ve o kadar ahahah. Aslında gerçekten dalga geçilmemesi gereken bir başarı ama olsun; zamanının 8mb ram'li ülti-bilgisayarları gibi komik. Neyse, pili 22 günde bitmiş ama alet 3 ay yörüngede kalmış ve 29 bin km/h hızla toplamda 60milyon km yol yapmış ve iyonosferin yoğunluğu ve sıcaklığı hakkında önemli bilgiler göndermiştir dünyaya.

Şimdii, sizlere bir soru; bilin bakalım dünyanın etrafında şu anda dolaşan kaç tane uydu vardır? 100 duyar gibiyim, varmı artıran? 200 geldi ? Neyse uzatmayayım. Hazır olun: dünyanın etrafında fırdöndü takılan 13 bin'e yakın uydu varmış. Gafamızın üstünde fırıl dönen bu uyduların sadece 3 bin 5 yüz tanesi çalışır haldedir; geriye kalan işe yaramaz, uzay çöpü sınıfına girer. Kısacası söylemeye çalıştığım şuydu: heryer uydu (Böyle şaka seven kaldı mı acaba?). Şu yeşil noktaların her biri bir uydudur, bakın dünya nasıl görünüyor:


Hmmmm, sanırım görünmüyor. Google Earth kullanarak bu uyduları isimleriyle beraber görebiliyormuşsunuz (Ben de yıllardır google earth niye kullanalım ki google maps varken kafasındaydım ama bir olayı varmış demekki), isterseniz bakın bu da vidyosu: YOUTUBE.

Sevgili sputnik, dünyaya düşen ilk uydudur (1958), 83 kilo gibi bir ağırlığı olduğundan atmosferde tamamı yanarak eriyip gitmiştir. Dünyaya düşerken tamamen erimeyen ve yere ulaşan uyduların ağırlıkları birkaç ton mertebesindedir. Peki Sputnik 1'den sonra dünyaya kaç uydu mu düşmüş? (atmosferde tamamen eriyenler ve bazı parçaları dünyaya düşenlerin toplamı) Cevap veriyorum: 20 bin 5 yüz:) Ohannesburger! (Bu düşenlerin ne kadarı dünyaya ulaşmış, kimse ölmüş mü gibi sorular 2. yazıya kaldı)

Ek bilgi: Kendi imkanlarıyla uydu gönderme teknolojisine sahip ülkeler (zamana göre sıralı): Rusya, Amerika, Fransa, Japonya, Çin, İngiltere, Hindistan, İsrail, Ukrayna, İran.

Şimdiiii, biraz uzay çöpü ve uzay kazaları olayından bahsedelim. Uzay çöpü dediğimiz olay, gönderilen bir uydunun başarısız olup yörüngeye yerleştirilememesi veya işi bittikten sonra yokedilememesinden mütevellit dünyanın etrafında boş boş dönmesi olayıdır. Yukarıda verdiğim rakamlardan yola çıkarak; bugün uzaydaki uyduların %75'i uzay çöpü sınıfına girer. Bunların dünyaya geri düşmesini veya yokolmasını sağlamak ek masraf demektir. Uzaya bir uydu göndermenin masrafının yarısından fazlası onu yörüngeye yerleştirecek olan uzay mekiği ve tüketilecek yakıta harcanır. Legolarla bu işi çok güzel anlatmışlardır:


Gördüğünüz gibi "Kale küçük ayı büyük!" (Burada şair uydunun uzay mekiğine göre küçük olmasından yakınmaktadır). Uydunun bir şekilde dünyaya geri dönmesi veya yokolması için içine fazladan yakıt, itici veya bomba vs. koymak lazımdır ve bu olay beraberinde taşıyıcı mekiğin büyüklüğünü ve görevin maliyetini artırır, bu yüzden kaçınılan bir durumdur ve bununla ilgili bir yasa yoktur.

Uydular sonsuza kadar dönecek değiller ya, bir süre sonra mutlaka düşeceklerdir. Bunun sebebi de; oralarda ne kadar atmosfer yok desek dahi, aslında yine de bazı gaz moleküllerinin var olduğu gerçeğidir ve bu da sürtünmeye yol açar. Sürtünme bir uydunun bir süre sonra düşmesi için yeterlidir (Bunu açıklamalıyım galiba). Dünyaya daha yakın uydular (Sputnik gibi) daha çok sürtünmeye maruz kalır ve yörüngedeki ömürleri 1-100 yıldır. Daha uzak uydular ise 100-10000 yıl arası yörüngede kalabilir. Aşağıdaki görselde uyduların uzaklığına göre sınıflandırılması mevcuttur. Görselin aslını daha detaylı incelemek isterseniz burada: Wiki.


Sürtünme uyduları neden düşürür konusuna bir açıklık getirdikten sonra uzay kazalarından bahsedeceğim. Dünya, elmacı abi Newton'un fark ettiğinden beri etrafındaki herşeyi kendine doğru çekmektedir (bkz. ben neden smaç vuramıyorum?). Çekmektedir ama uyduları neden çekip düşüremez? Çünkü merkezkaç dediğimiz mükemmel kuvvet sözkonusudur. Bu kuvveti insanlık şöyle tanır: YOUTUBE. Burada fırlayan abi merkezkaçın azizliğine uğramıştır, onu da dönmedolabın (ya da adı neyse, bunun adını bulmak için ciddi bir çaba sarfettim bu arada ve sadece ingilizcesini bulabildim o da hayli güzelmiş: "merry go round" yani "dön ayşe dön") merkezine doğru çeken bir kuvvet olsaydı (yerçekimi gibi) düşmezdi. Dünyaya düşmeden yörüngede kalabilmek için uydular muazzam bir hızla hareket ederler (Sputnik'in 29bin km/h hızını hatırlayın), sürtünme çok azdır ama yinede bu hızı gitgide azaltır ve sonunda uydular dünyaya düşerler.

Düşmelerine derinlemesine girmeden önce bombastik bir olaydan bahsetmek istiyorum, uzay kazaları. Bu uyduların hızları yavaşladıkça yörüngeleri de dünyaya yaklaşır, havada da 13 bin tane uydu varsa bunlar acaba çarpışır mı? Çarpışırlarsa ne olur? Şimdiii, 100'le falan giden arabalar çarpışınca ne olur zaten hepimiz biliyoruz (pertingen, sigortayla uğraş dur) ancak bu abiler 42 bin felan basıyorlar (yardırıyorlar adeta) nitekim tarihte bir kere 2 tanesi bu hızlarda giderken çarpışmış, Kosmos-2251 (950kg) ve Iridium 33 (560kg) (10/02/09). Hani o menşur lise fizik sorusu vardır ya 2 tane x ağırlığında x hızıyla giden kamyon çarpışırsa ne kadar enerji açığa çıkar diye; ben üşenmedim bu uydularınkini hesapladım, bu uyduların çarpışma enerjisi 103.3 GJ (gigajoule, enerji birimidir), bu enerjinin eşleniği 1gr uranyumun ayrışması veya 2 tane şundan:

x2

Kod adı: MOAB yani "Mother of All Bombs (Bombiklerin anası)" .) İlk yapıldığında (ABD, 2003), nükleer olmayan en bomba bombaymış, ta ki 2007'de Ruslar FOAB'ı ("Father of All Bombs (Bombişlerin babişi(Parantez içinde (parantez içinde (parantez inception kafası)))))" yapana kadar. Birde turuncuya boyamışlar yaawww nasıl bir boşluk bu? Modifiye bomba; neon'lu, tıstıs'lı.

Neyse uzattım yine... Bu bahsettiğim uydu çarpışmasının sonucu: 10cm'den büyük 1000 parça uzay çöpü ve 10cm'den küçük çok daha fazlası. Bunların bir kısmı dünyaya düşmüş, bir kısmı atmosferde erimiş vs vs. Şunu da bahsetmeden geçmeyeyim; bu insanlara haftada 400 kere "2 uydu yakın (5km'den az) geçecek hacılar dikkat" şeklinde uyarı gelirmiş, bu uyarıların her biri için 2 uydunun çarpışma ihtimali 1/50milyon'muş. Olmaz demeyin, hatırlayın Koç Üniversitesi'nde de 2 Ferrari çarpışmıştı, aynı şey.)

Şimdilik bu kadar, daha ana konulara giremedim bile yine boş boş konuştum, devam edeceğim bu yazıya, daha bir sürü bomba var.